10 Haziran 2019 Pazartesi

Çernobil Dizisinin Sovyetlerle İlgili Doğruları ve Yanlışları

Rus-Amerikalı gazeteci yazar Masha Gessen'in Çernobil dizisi üzerine New Yorker'da yayımladığı yazıyı çevirdim. İyi okumalar.
2015 yılında sözlü tarih alanında yaptığı çalışmalar dolayısıyla Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan, Rus dilinde yazan Belaruslu yazar Svetlana Aleksiyeviç, röportaj sürecinde en az zorluk çektiği kitabının Çernobil üzerine olan kitabı olduğunu söyledi (Ç. N. “Çernobil Duası”). Bunun sebebinin de, muhataplarından (yani faciadan etkilenen alanda yaşayan insanlardan) hiçbirinin bu konuyla ilgili nasıl konuşması gerektiğini bilmemesi olduğunu belirtti. Diğer kitapları için Aleksiyeviç, İkinci Dünya Savaşı, Sovyetler’in Afganistan Savaşı ve Sovyetler Birliği’nin dağılması deneyimlerine dair insanlarla konuşmuştu. Rus tarihindeki tüm bu olaylar ve dönemler için genel kabul görmüş hikâyeler ve bu hikâyeleri anlatma biçimleri vardı. Aleksiyeviç’e göre bu durum, gerçek kişisel deneyim ve bireysel hafızanın önüne geçiyordu. Ancak facia sonrasında hayatta kalanlara Çernobil’i sorduğunda, bu kişiler kendi hikâyelerine daha kolay şekilde eriştiler, çünkü bu daha önce anlatılmamış bir hikâyeydi. Sovyet medyası bu facia ile ilgili çok az bilgi vermişti. Konuya dair kitaplar, filmler, şarkılar yoktu. Tam bir boşluk vardı. 
Aleksiyeviç’in Çernobil üzerine olan kitabı Rusça dilinde 1997 yılında yayımlanmıştı, yani Çernobil Nükleer Santrali’nde reaktörlerden birinin patlamasından tam on yıl sonra. Muhtemelen tarihteki en kötü nükleer kazaydı bu. Çernobil ile ilgili kayda değer olgulardan biri de, konuyla ilgili hikâye boşluğunun o güne kadar, hatta dahası bugüne kadar devam etmesi: Aleksiyeviç’in kitabı hem Rusya’da hem de Batı’da ancak Nobel Ödülü ile önem kazanabildi. Rusya’da ve başka yerlerde konuyla ilgili bazı yayınlar yapılsa da bunların çoğu facia bölgesine akın eden turistler hakkındaydı. Konuyla ilgili bir BBC belgeseli ve garip bir Amerika-Ukrayna ortak yapımı belgesel yayınlandı. Ancak geçtiğimiz yılda, biri tarihçi ve diğeri gazeteci tarafından yazılan iki kitap, facianın nihaî belgesel hikâyesini anlatmaya çalıştı. Son olarak, beşinci ve son bölümü Pazartesi günü yayınlanan HBO dizisi “Çernobil”, konunun kurguya dayalı bir anlatımını sundu. Televizyonda yayınlandı ve çok fazla izlendi; dolayısıyla Çernobil hikâyesinin yokluğundan doğan boşluğu kitaplar değil bu dizi dolduracak. Ve bu da pek iyi bir şey değil.
Dizinin nerede büyük bir yanılgıya düştüğüne gelmeden önce, neleri doğru yaptığını söylemem gerek. Craig Mazin tarafından yaratılan ve senaryosu yazılan, Johan Renck tarafından yönetilen “Çernobil”de, Sovyetler Birliği’nin maddi kültürü bir Batı televizyonunda ya da filmlerinde (ya da bu konu özelinde Rus televizyonları ya da filmlerinde) daha önce hiç görülmediği kadar doğrulukla yansıtıldı. Kıyafetler, eşyalar ve ışık neredeyse 1980’ler Ukrayna, Belarus ya da Moskovası’ndan fırlayıp gelmiş gibiydi. (Birkaç küçük hata dışında. Örneğin okula giden çocukların tatil olmayan bir günde tatil kıyafetleriyle dolaşması ya da gençlik çağına erişmiş kişilerin küçük çocuk çantası taşıması gibi önemsiz ayrıntılar.) Sovyetler’de doğmuş Amerikalılar (Sovyetler’de doğmuş Ruslar da) Sovyet insanının fiziksel çevresinin olağanüstü bir doğrulukla yeniden oluşturulduğuna dair tweet’ler attılar ve blog yazıları yazdılar. Bu anlamda diziyi yapanların tek kusuru, Sovyetler Birliği’ndeki sosyoekonomik sınıflar arasındaki derin uçurumdan bihaber olmaları: Dizide, Bilim Akademisi üyesi Valery Legasov (Jared Harris), Ukrayna şehirlerinden Pripyat’ta yaşayan bir itfaiyeciyle neredeyse aynı kötü koşullarda yaşıyor. Gerçekte Legasov, itfaiyecinin yaşadığı kötü koşullardan çok daha farklı koşullarda yaşıyor olmalıydı.

İşte dizinin en büyük kusuru da burada yatıyor: Sovyet güç ilişkilerini doğru bir şekilde yansıtamamasında. Tabii bu durumun istisnalarını da görüyoruz; Sovyet hiyerarşisinin garip işleyişine zaman zaman tutulan ışıkla. Birinci bölümde örneğin, Pripyat Yürütme Komitesi’nin (Ispolkom) acil toplantısı sırasında, yaşlı devlet adamı Zharkov (Donald Sumpter) dinleyicileri içine çeken net bir konuşma yapıyor ve yurttaşlarını “inanmaya” çağırıyor. “Şehri tecrit ediyoruz” diyor Zharkov. “Kimse dışarı çıkmıyor. Telefon hatlarını kesin. Yanlış bilginin yayılmasına engel olun. İnsanları kendi emeklerinin meyvesini mahvetmekten işte böyle alıkoyabiliriz.” Bu ifade her şeyi açığa çıkartıyor: Sovyet söyleminin bürokratik dolambaçlılığı, “emeğin meyvesinin” bu emeği üreten insanlardan daha öncelikli olması ve tabii insan hayatının hiçe sayılması. 
“Çernobil”in son bölümü de Sovyet sistemini mükemmel şekilde özetleyen bir sahne içeriyor. Faciadan sorumlu tutulan üç adamın duruşması sırasında, Merkez Komite üyesi hakimin kararını reddediyor, hakim talimat almak için savcıya bakıyor. Savcı da bir baş hareketiyle onay veriyor. Burada Sovyet mahkemelerinin nasıl işlediğinin gerçeğe uygun bir resmi var: Merkez Komite üyesinin emirlerini yerine getiriyorlar ve savcının gücü hakimden daha fazla.
Maalesef bu iki çarpıcı sahne dışında dizi genellikle basitleştirme ve budalalık arasında gidip geliyor. İkinci bölümde örneğin Merkez Komite üyesi Boris Shcherbina (Stellan Skarsgård) Legasov’u eğer nükleer reaktörün nasıl çalıştığını söylemezse vurmakla tehdit ediyor. Dizide yine vurulma korkusuyla hareket eden birçok kişi var. Bu gerçeğe uygun değil: Bir aparatçiğin emri üzerine yargısız infaz hatta geriye bırakılmış infaz, 1930’lar sonrasının Sovyet hayatının bir parçası değildi. Genel olarak Sovyet insanları tabanca ya da ceza tehdidi olmadan onlara söylenenleri yerine getiriyordu.
Aynı şekilde, kahraman bilim insanlarının açık bir şekilde Sovyet karar alma sistemini eleştirerek inatçı bürokratlara karşı koymasına dair birçok sahne gülünçtü. Örneğin üçüncü bölümde Legasov retorik bir soru soruyor, “Bağışlayın, belki ben laboratuvarımda çok fazla zaman harcamışımdır. Ya da yalnızca aptalımdır. İşler gerçekten bu şekilde mi yürüyor? Bilmem kaç insanın hayatına mal olacak meselede bir aparatçik, partide kariyer yapan bir adam herhangi bir bilgiye dayanmadan ve tamamen keyfi biçimde mi karar veriyor?” Evet, işler tabii ki o şekilde yürüyor, ve hayır, bu bilim insanı işlerin nasıl yürüdüğünün farkında olamayacak kadar laboratuvarından çıkmamazlık etmedi. Hakikat şu ki, işlerin nasıl yürüdüğünü eğer bilmeseydi, zaten o laboratuvara sahip olamazdı.
Boyun eğme, Sovyet hayatını tanımlayan unsurlardandı. Ancak boyun eğme bunaltıcı ve onun seyirlik bir değeri yok. Dolayısıyla “Çernobil”in yaratıcıları, çatışmanın mümkün olmadığı durumlarda bu tip çatışmalar hayal etmişler; bunu yaparak da bir kurgunun sınırını aşarak yalana varmışlar. Belaruslu bilim insanı Ulyana Khomyuk (Emily Watson), Legasov’dan bile daha çatışmacı. “Ben bir nükleer fizikçiyim” diyor ikinci bölümde bir aparatçiğe. “Sizse müsteşar yardımcısı olmadan önce bir bir ayakkabı fabrikasında çalışıyordunuz.” İlk olarak böyle bir şeyi asla söylemezdi. İkincisi, aparatçik ayakkabı fabrikasında çalışmış olabilirdi, ama eğer aparatçik olduysa, bir işçi olarak çalışıyor olmazdı. Parti basamaklarını teker teker çıkmaya gerçekten de fabrikada başlamış olabilirdi; ancak büro bölümünde, işçilerin olduğu bölümde değil. Aparatçik (ya da doğru deyişle aparatçik karikatürü) bir karaftan kendisine votka koyuyor ve masasına oturup cevap veriyor. “Evet, ayakkabı fabrikasında çalıştım. Şimdiyse yetki bende.” Günün ortasında, “Dünyanın bütün işçilerine” diyerek kadehini kaldırıyor. Hayır. Ona kafa tutan bir yabancı iş yerinde karşısında dururken karaf ve votkanın orada olması mümkün değil. Ve “Yetki bende” diye böbürlenme de gerçek dışı.
Aslında bu sahnedeki en büyük kurgu Khomyuk’un kendisi. Diğer karakterlerin aksine, bu karakter gerçek hayattan değil (kapanış sahnesinde Khomyuk’un, Legasov’un facianın sebebini araştırmasına yardım eden onlarca bilim insanını temsil ettiği belirtiliyor). Khomyuk baştan aşağı bir Hollywood fantezisi. Kendisi hakikati çoktan biliyor: Onu ilk gördüğümüzde, bir şeylerin fena hâlde yanlış gittiğinin daha o zamanlar farkındadır; facia sahnesinde saatlerce olayı çözemeyen kafasız adamın aksine meseleyi şıp diye çözer. Aynı zamanda hakikati arayan kişi de odur: Onlarca kişiyle mülakat yapar (bazıları radyasyona maruz kaldığından ölmek üzeredir), sansürlenen bilimsel bir raporu arayıp bulur ve tam olarak neler olduğunu ortaya koyar, saniye saniye. Ayrıca gözaltına alınır, kısa süre sonra kendisini faciayla ilgili Gorbaçov’un liderlik ettiği bir toplantıda bulur. Bunların hiçbirinin gerçek olması mümkün değil ve hepsi bayat klişeler. Aslında sorun Khomyuk’un kurmaca olması değil; kendisinin temsil ettiği uzmanlık bilgisinin kurmaca olması. Sovyet propaganda ve sansür sistemi, belirli bir mesajı yayma amacından ziyade; öğrenmeyi imkansız kılmayı, olguları saptırmayı ve meçhul devlete sürekli değişen gerçekliği tanımlama tekeli sağlamayı amaçlıyordu.



Çernobil ile ilgili kabul gören hikâye yokluğunda, diziyi yapanlar klasik bir facia filmi çerçevesi kullanmış. Birkaç kötü adam faciaya sebep oluyor ve birkaç cesur ve her şeyi bilen kişi Avrupa’yı yaşanamaz hâle gelmekten kurtarıyor ve dünyaya hakikati haykırıyor. Avrupa’nın kurtulduğu doğru ama herhangi birinin hakikati öğrendiği ve haykırdığı doğru değil.
Harvard’lı tarihçi Serhii Plokhy, 2018’de Çernobil üzerine yayımladığı kitapta yaşanan olaylar silsilesini yeniden oluşturdu ve suçun kimde olduğunu açıkladı. Plokhy, Çernobil’e neden olanın ve patlamayı kaçınılmaz hâle getirenin kısaca Sovyet sistemi olduğunu söylüyor. Bu bakışın soluk bir yansımasını HBO dizisinde de görüyoruz. Son bölümde Sovyet mahkemesinde tanık olarak ifade veren Legasov, kontrol çubuklarının uçlarının grafitten yapıldığını, kontrol çubuklarının reaksiyonu yavaşlatması gerekirken grafit dolayısıyla tersine hızlandırdığını ve facianın da bu yüzden yaşandığını söylüyordu. Savcı çubukların neden bu şekilde yapıldığını sorduğunda da Legasov, bunun sebebinin diğer güvenlik önlemlerinin alınmaması ve bütçe kısıntılarının sebebiyle aynı olduğunu söylüyordu: “Çünkü daha ucuz.” Tüm sistemi mahkum eder gibi bir tavrı vardı. 
Halbuki dizide asıl suçluların daha ziyade mahkemede yargılanan üç adamın (özellikle de onlardan birinin, Anatoly Dyatlov -Paul Ritter- isimli itici kötü karakterin) olduğuna inanmamız isteniyor gibiydi. Onu daha öncesinde genç çalışana kabadayılık yaparken görüyorduk, ki bu da faciaya sebep oluyordu. Öyle görünüyordu ki tüm bunların sebebi terfi etme hırsıydı. Gerçekte ise mesele bir terfi meselesi değildi. Hatta terfiler meselesi de değildi, kötü ve istismarcı bir patron meselesi olmadığı gibi. Mesele öncelikle uysal erkek ve kadınlardan oluşan bir sistem meselesiydi: Ucuza kaçan, kendi önlemlerini umursamayan ve “İşler burada böyle yürür”den başka bir sebebi olmadan kendi nükleer reaktörlerini patlatan insanlardan oluşan sistem. Seyirciden şöyle düşünmesi isteniyordu dizide: Eğer Dyatlov olmasaydı, oradaki iyi adamlar doğru şeyi yaparlar ve reaktördeki ölümcül kusur ve sistemin kendisi açığa çıkmazdı. İşte bu tamamen yalan.
Kendi mezarını kazan sistem yerine hırslı ve kötücül bir adamın faciaya sebep olduğunu göstermek çok daha kolay. Aynı şekilde, ipucu peşinde koşan onlarca bilim insanı yerine afete müdahale konusunda tüm iyi özellikleri bünyesinde toplayan bir tek hayali karakteri öne sürmek çok daha kolay. Bu, tarihin büyük adam (ve büyük kadın) anlatısı: Bu anlatıya göre önemli olan insan kalabalıklarının daha sonradan başlarına bela olacak şekilde yarattıkları bozukluklar değil de, az sayıda kişinin attığı birkaç adım ya da aldığı birkaç karar. 
Aleksiyeviç’in ilgisini en çok, acı çekmiş insanların hikâyeleri çekmişti. Dizide bu hikâyelerden biri kullanılmış: hamile olmasına rağmen (bu konuda yalan söylemişti) kuralları çiğneyerek itfaiyeci eşinin ölümüne kadar onunla hastanede kalan Lyudmilla Ignatenko’nun (Jessie Buckley) hikâyesi. Bebeği doğumdan sonra yalnızca dört saat hayatta kalabildi, belli ki radyasyonu kendi toplayarak annesinin hayatını kurtarmıştı. Aleksiyeviç’in kitabındaki Ignatenko’nun monoloğu, yaptığım en akılda kalıcı okumalardan biriydi. (Aleksiyeviç’e insanların gerçekten böyle konuşup konuşmadıklarını sormuştum; o da bana Ignatenko’nun konuşmasının “Şekspirvari” bir kalitede olduğunu söylemişti.) Halbuki dizide Ignatenko’nun hikâyesi kısmen anlatılıyor ve bir bölümü de Khomyuk üzerinden gösteriliyor. Büyük adamlar tarih anlatısında yalnızca güçlü insanların konuşmasına izin vardır. İnsanlar tahliye edildikten sonra “yasak bölgede” kalan ev hayvanları bile, oraya onları infaz etmeye gelen adamların gözünden gösteriliyordu. Bu hayvanları, onların sahiplerinin gözünden hiç görmedik. Tahliye edilenleri de nerdeyse hiç görmüyoruz, bazı insanların ayrılmaya direndiğini ve bunu kabul etmediğini gösteren küçük bir işaret dışında: Dördüncü bölümün başında yaşlı bir kadın ısrarla ineğini sağmaya devam ediyor ve kendisine tekrar tekrar verilen ayrılma emrini umursamıyor.
Son bölümde mahkemede tanıklık eden Legasov şöyle diyor: “Söylediğimiz her yalanla gerçeğe borçlanırız. Ve bu borç, er geç tahsil edilir. RBMK reaktörü de işte böyle patladı. Yalanlarla.” Birileri yalanlardan doğan boşluğun gerçekle doldurulduğunu düşünebilir. Halbuki tamamen kurguya dayalı, fantastik bir duruşma ile dolduruldu: Bu duruşmada birçok kişiye –bize söylendiği kadarıyla bilim insanlarına- anlaşılır bir dille ve mükemmel bir belagatla yaşanan olayların an be an dökümü veriliyor. Sovyet mahkemelerinde hiç olmadığı biçimiyle.
Son söz Legasov’da. Çernobil’in “lütfundan” bahsediyor: “Bir zamanlar gerçeğin bedelinden korkardım, şimdiyse tek sorduğum soru şu: (sahne kararır) Peki ya yalanların bedeli nedir?” Birileri yalanların bedelinin daha fazla yalanlar olduğunu söyleyebilir. Birileri de tüm bunların fanteziden, abartıdan, basitlikten hatta tercümeden ibaret olduğunu söyleyebilir. Bunlar her ne ise, gerçeğin kendisi olmadığı çok açık.

16 Mart 2019 Cumartesi

Bugünü Anlamak için Okumanız Gereken 30 Kitap (France Culture)

Her şey France Culture'de "Bugünü Anlamak için Okumanız Gereken 30 Kitap" başlıklı yazıyı görmemle başladı. Önce listeye bir bakayım dedim. Sonra okumadıklarımı not alayım dedim. Bir de ne göreyim, bu 30 kitabın 17'si henüz Türkçeye çevrilmemiş.

O hâlde eğer "Neymiş bu 30 kitap?" diye gelen bir okursanız, bir göz atın bakalım okumadıklarınız var mı. Bence vardır. Yani mutlaka olması lazım.

Ama eğer bir yayıncıysanız, özellikle kırmızıyla yazılmış kitaplara odaklanmanızı öneririm. Bu 17 kitap henüz dilimize çevrilmemiş. Çevrilse güzel olmaz mı? Bence olur. Kitaplarla ilgili bir fikir edinebilmeniz için henüz çevrilmemiş kitapların altlarına birer ikişer cümlelik açıklamalar da ekledim. Evet, en yakın zamanda bekliyoruz. Siz yayınladıkça haber verin, buradan ve Twitter'dan duyurusunu da yapalım.

Şimdi sizi o meşhur listeyle baş başa bırakıyorum. İyi okumalar.

* Sonradan NOT: Kitapyurdu'ndan Selçuk Uzman'ın uyarısıyla 9 ve 11 numaralı kitapların zaten çevrildiğini öğrendim. Kendisine teşekkür ederim. Farklı isimlerle çevrildiği için gözden kaçmış, listede de işaretledim.


Bugünü Anlamak için Okumanız Gereken 30 Kitap (France Culture)


1) İkinci El Zaman: Kızıl İnsanın Sonu, Svetlana Aleksiyeviç

2) The Man Who Never Stopped Sleeping (Uyumadan Duramayan Adam), Aharon Appelfeld
Toplama kamplarından kaçarak gelenler İsralli kimliğini nasıl değiştirdi? İbranice, kendini bu insanlar karşısında yabancı hisseden genci nasıl kurtardı?

3) Damızlık Kızın Öyküsü, Margaret Atwood

4) Utanç, John Maxwell Coetzee

5) The Names, Don DeLillo
Yunanistan'da başlayan ve Ortadoğu'da devam eden; siyasi şiddet ve terörizmi konu alan bir roman.

6) Vernon Subutex (3 kitaplık seri), Virginie Despentes
Paris’te müzik dükkanı battıktan sonra, uyuşturucudan hayatını kaybeden ünlü şarkıcı Alex Bleach’in kayıtları ile ayakta kalmaya çalışan Vernon Subutex’in macerası.

7) Som Altın Bebek, Margaret Drabble

8) L'invention des corps (Bedenlerin İcadı), Pierre Ducrozet 
Bizi Meksika’dan Silikon Vadisi’ne, Paris’ten Hong Kong’a sürükleyen bu romanın ana meselesi “transhümanizm”.

9) Dites-leur que je suis un homme (Onlara İnsan Olduğumu Söyleyin), Ernest J. Gaines*
1940’ta Louisiane’da bir beyazı öldürmekle suçlanan bir siyahın hikâyesi.
* Sonradan NOT: Bu kitap Ölmeden Önce Son Ders adıyla Türkçeye çevrilmiş.

10) Day (Gün), Kenneth Goldsmith 
2000 yılının Eylül ayında şair, New York Times’ı alıp kopyalamış. Bu kitap, modern sanatın edebiyata yansıması olarak görülüyor.

11) Rêves de machines (Makinelerin Rüyaları), Louisa Hall*
1663’ten 2035 yılına uzanan ve genel olarak insan ve yapay zeka arasındaki ilişkiyi sorgulayan bir roman.
* Sonradan NOT: Bu kitap Konuş adıyla Türkçeye çevrilmiş.

12) Kızıl Hasat, Dashiell Hammett

13) Kadersizlik, Imre Kertesz

14) Toplu Oyunları (Alt Tarafı Dünyanın Sonu), Jean Luc Lagarce

15) Altın Defter, Doris Lessing

16) Kiev'deki Adam, Bernard Malamud

17) Trois Femmes Puissantes (Üç Güçlü Kadın), Marie N’Diaye 
Onurlarını korumak için mücadele veren Norah, Fanta, Khady Demba isimli üç güçlü kadının hikâyesi.

18) Yol, Cormac McCarthy

19) Défaite des maîtres et possesseurs (Efendi ve Sahiplerin Yenilgisi), Vincent Message 
Ya başka bir medeniyet gelip bizi evcilleştirseydi? Ve onlar için yalnızca et kaynağı olsaydık? Hayvanların yaşadıklarını biraz olsun anlamamızı amaçlayan bir roman.

20) Faux départ (Sahte Gidiş), Marion Messina 
Paris banliyösünden çıkıp iyi bir eğitim sayesinde sınıf atlamaya çalışan bir genç kızın hikâyesi.

21) Kara Plak, Hanif Kureishi

22) Writing to Save a Life: The Louis Till File (Hayat Kurtarmak için Yazmak: Louis Till Dosyası), John Edgar Wideman 
1954’te söylendiğine göre beyaz bir kadına ıslık çaldığı için Ku-Klux-Klan tarafından katledilen siyah bir çocuğun hikâyesinden yola çıkan bir roman.

23) Pastoral Amerika, Philip Roth

24) L’Évangile du bourreau (Celladın İncili), Arkadi et Gueorgui Vaïner 
1970’lerde yazılan ve Stalin’in baskı rejimini anlatan bir roman.

25) Trame d’enfance (Çocukluk Dönemi), Christa Wolf
Christia Wolf, kendi çocukluğunun Nazi rejimini anlatıyor. Ve o dönemin rüzgarına kendisinin de nasıl kapıldığını.

26) Une Odyssée: Un père, un fils, une épopée (Odysseia: Bir Baba, Bir Oğul, Bir Destan), Daniel Mendelsohn
Homeros’un Odysseia’sı üzerinden Mendelsohn kendi oğluyla ilişkilerini sorguluyor. Yolculuk ve sürgün temaları üzerinde dolanan bir roman.

27) Paris'in Karnı, Emile Zola

28) La Fuite de Monsieur Monde (Bay Monde’un Kaçışı), Georges Simenon 
48 yaşında hayatından bıkan Bay Monde’un eşini, çocuklarını, işini terk edip parasız ve gezgin bir hayata tutunmaya çalışmasını anlatan bir roman.

29) The Overstory (Üst Ağaç Tabakası),  Richard Powers 
Çevre duyarlılığıyla bir araya gelen dokuz karakterin hikâyesini anlatan bir roman. Ağaçlara ve doğaya bakışınızı değiştirecek.

30) Douleur (Acı), Zeruya Shalev
Bir saldırı sonrası hayatta kalmayı başaran Iris’in travmasıyla baş etme mücadelesini anlatan bir roman.