11 Haziran 2020 Perşembe

Son On Yılın Yerli Romanları (1): Tuğba Doğan'ın Nefaset Lokantası

Her şey, “Son on yılın yerli romanlarından bir iki tane yazabilir misiniz?” konulu şu tweet ile başladı. Son dönemlerde hem yerli hem de yabancı klasik romanlarla daha fazla içli dışlıyım. Bu kitapları okurken fark ettim ki, çok bilindik isimlerin romanları dışında son on yılda okuduğum yerli romanların sayısı çift basamaklara ulaşmıyor bile. Kendimde fark ettiğim eksiklik üzerine sorduğum bu soruya üç yüze yakın cevap geldi. Ben de oturup bu önerileri tek tek değerlendirip kendime uygun on beş kitaplık bir liste çıkardım. Listedeki kitaplar elime ulaştıktan sonra üç gün karantinada beklediler. Nihayetinde listenin ilk kitabını dün gece okuyup bitirdim. Yazarımız Tuğba Doğan, kitabımızın adı Nefaset Lokantası.

Kitapla ilgili fikirlerime geçmeden önce şu meseleyi açıklığa kavuşturayım: “Sen kimsin de milletin yazdığı romanları değerlendireceksin? Hangi sıfatla? Ne hakla?” Evet hipotetik sinirli okur, haklısın. Okur olma sıfatım dışında bu alanda bir sıfatım yok. Ama zaten yapmayı tasarladığım şey, bir eleştirmen gözüyle derinlikli ve kuşatıcı analizlere girişmek değil. Sade bir okur olarak kitapta ne bulduğumu buraya not düşmekten başka bir amacım yok. Çünkü biliyorsunuz, bir kitabı okuduktan beş yıl sonra “Ben bu kitabı okumuş muydum?” gibi amnezik ikilemler içinde kalabiliyoruz. Burası da bu ikilemi yaşadığımda dönüp bakabileceğim küçük bir not defteri olsun. Ayrıca kitapla ilgili bilgi almak isteyen olur da şöyle bir bakarsa ne âlâ.

Kitabı okumayı planlayıp bu yazıyı okumaya girişenler merak etmesinler, kitabın keyfini kaçırıcı herhangi bir şey (spoiler) söylemeyeceğim. Şimdi, kitap üç bölümden oluşuyor ve toplamda 127 sayfa. Yazarın Kitapeki’ne verdiği söyleşide söylediğine göre, kitabın yazımı beş yıl sürmüş. “Yazma süreci benim için yazdıklarımın çoğundan vazgeçme anlamına da geliyor, sözü mümkün olduğunca yoğunlaştırmaya çalışıyorum. O nedenle elinizde tuttuğunuz roman aslında kendi hacminin oldukça sadeleşmiş bir versiyonudur diyebilirim.” diyor Tuğba Doğan, ki hakkı da var. Roman o kadar yoğun ki, sayfa sayısının azlığına rağmen romanı bitirdiğinizde geri dönüşlerle birlikte çok uzun bir hikâyeye şahit olmuş gibi hissediyorsunuz.

Birinci bölüm: Nefaset Lokantası'nda bir akşam yemeği

Romanın birinci bölümünün çoğu Nefaset Lokantası’nda geçiyor. Bu bölümde romanın olay örgüsünün iki cümlelik özetini alıyoruz: “Salih, uzun yıllardır çalıştığı gazeteden kovulunca Brezilya’ya yerleşme kararı almıştır. Yıllardır müdavimi olduğu Nefaset Lokantası’nda çok yakın olduğu restoran sahipleri bir veda yemeği düzenlemiştir.” İlk bölümde henüz tanımadığımız bazı karakterlerin o akşam sergilediği bazı davranışlara şahit oluyoruz. Lokantanın sahibi Afitap Hanım, onun eşi Suphi, Salih’in arkadaşı Metin. Geçmişlerini bilmediğimiz için bu karakterlerin davranışları önümüze garip bir yapboz gibi dökülüyor. İkinci ve üçüncü bölümlerde geriye dönüşlerle ve bilinç akışlarıyla bu karakterleri daha yakından tanıyacağız. Böylece hem ilk bölümdeki garip yapboz biraz daha anlamlı gelmeye başlayacak hem de bu kişilerin kendilerine ait korkuları, acıları, sırları ve hayalleri olan canlı insanlar olduklarını göreceğiz. Yani iki boyutlu roman tipleri olmadıklarını anlayacağız.

Birinci bölümde, Salih’in Türkiye’den ayrılıp Brezilya’ya taşınması üzerinden kimlik ve ait olma meseleleri tartışılıyor. Şunu açıkça söylemek isterim ki benim en az beğendiğim bölüm ilk bölüm oldu. Bunun birkaç sebebi var. Birincisi, romanda incelikli bir biçimde değil de doğrudan iletilen mesajlar benim pek hoşuma gitmiyor. Örneğin Salih, ülkeyi neden terk etmek istediğine dair bir diyalogda şöyle söylüyor: “Bu toprak okuyanını, düşünenini, münevverini, aydınını, entelektüelini, entelini hiçbir zaman sahiplenmedi. Onu hep küçümsedi” (sf 15). İçeriğe dair bir itirazım olmamakla birlikte, romanda fikir yazısına yakınsayan bu tip derdini dolaysız anlatma biçimi bana romanın kurmaca dünyasına yapay bir yama yapılmış hissi veriyor.

Tuğba Doğan, Nefaset Lokantası. Yapı Kredi Yayınları, Mart 2020 (5. baskı).


Birinci bölümde beğenmediğim ikinci unsur, “haklı” Salih’in tam tersi bir karakter olarak sahneye sürülen “güçlü” Şevket. Şevket, Salih’in üniversiteden arkadaşı, daha doğrusu üniversitenin daha ilk gününden itibaren onun düşman kardeşi. “Şevket her devrin kazananı adamlarındandı” (sf. 22). Şevket, üniversitenin ilk dersinde gazeteciliğin nihai amacının ünlü olmak olduğunu söyleyecek kadar klişe bir kötü adam. Romanda karşımıza her çıktığında da Yeşilçam kötü adamlarını aratmayacak şekilde sürekli kötülük peşinde koşuyor. Birinci bölümden sonra da ortalarda pek görünmüyor. Buradaki eleştirim de aslında birinci eleştirimle paralel: Şevket karakteri bize sanki vasatlığın, her devrin adamı olmanın bir eleştirisi olarak verilmiş. Karakteri tam olarak tanımıyoruz, üzerinden vasatlık eleştirisi okuyoruz ve Şevket rolünü tamamlayıp selam verip sahneden ayrılıyor.

İkinci bölüm: Salih'in Nihan'la tanışması ve rastlantı meselesi

İkinci bölümde Salih karakteri, ilişki yaşadığı Nihan karakteri üzerinden biraz daha derinleştiriliyor. Burada yazarın farklı roman tekniklerinden de romanı zenginleştirecek biçimde yararlandığını not etmekte fayda var: Öncelikle Cüce diye bir karakter romana katılıyor. “Cüce. Kibirli Cüce. Ben değil, diğerleri. İçimdeki bir başka içerinin sesi değil, dışarının içimde konuşan sesi. İç ses değil dış ses” (sf. 53). Cüce, Salih’in düşünmek istemediği, belleğinde derinlere gömdüğü ve yüzleşmekten kaçındığı hatıraları sürekli gün yüzüne çıkarıyor. Zaman zaman “Ne yaptın yani, kimin bacağını sıktın tramvayda?” (sf. 109) gibi sözlerle Levent Yüksel’e ironik göndermelerde bulunacak kadar da şakacı. Belki de hatırlattığı travmatik olayların aşırı ciddiyetine tahammül edemediği için şaka yapıyor.

Yine ikinci bölümde kullanılan tekniklerden biri, Nihan ve Salih’in araya giren mektupları. Nihan yurt dışında yaşayan bir oyuncu olduğu için Salih onu ancak yaptığı seyahatler vasıtasıyla görebiliyor. Dolayısıyla biz de bu ilişkinin çoğunu ikilinin mektuplaşmaları üzerinden takip ediyoruz.

İkinci bölümde üzerinde durulan temalardan biri rastlantı. Çünkü Salih’in Nihan’la tanışması büyük bir rastlantı üzerine gerçekleşiyor. Rutin olarak arabaya binen Salih, bir gün kafasına esiyor ve vapura biniyor. İşte Nihan’la ilk karşılaşmaları da o vapurda oluyor. “Ve bu rastlantı her zaman kaçınılmazlık olarak gelir. Tesadüfün billurlaştığı an aslında kaderin billurlaştığı andır. Kader burada sadece iradi olandan çıkıp farklı bir tarzda çalışmayı seçmiştir. Buradaki şiirsellik göz kamaştırıcı değil mi? Önceden zaten bilinmekte ve mutlaka gerçekleşecek olanın kendini tesadüf olarak göstermesi” (sf. 62).

Salih ve Nihan, yurt dışındaki her buluşmalarında kendi aralarında bir oyun oynuyorlar. Bulundukları şehirde hiç tanımadıkları rastgele bir kişinin peşine takılıp bütün gün o ne yaparsa onlar da aynısını yapıyorlar. Böylelikle şehri bir turist gibi değil, oranın yerlisi gibi deneyimlediklerini düşünüyorlar.  Salih ve Nihan’ın sık sık karşımıza çıkan varoluş sıkıntılarıyla bu oyundaki kısa süreliğine de olsa bir başkası olma arzusu birbirini tamamlayan unsurlar gibi görünüyor. Salih de Nihan da dünyaya atılmalarından itibaren gerçek yerlerini bulmakta güçlük çeken karakterler.  Salih, gazetede arka sayfa kapaklarına saçma sapan yazılar yazan biriyken bir anda gerçek bir gazeteci olma hayaliyle haber sitesi kurmayı planlıyor. Nihan’sa hayattaki yerini ve kimliğini bulamadığından dünyanın o şehrinden bu şehrine savruluyor. Nihan’ın oyuncu olup farklı karakterlere bürünmesi de bu arayışın bir parçasıdır belki de.

Üçüncü bölüm: Bellek ve zaman

Üçüncü ve son kısa bölümde ağırlıklı temalar bellek ve zaman. İkinci bölümde karşımıza çıkan Cüce, Salih’i çocukluğunu hatırlamaya zorluyor. Salih’in belleğinde sakladığı, yüzleşmek istemediği için derinlere ittiği, belki de zaman içinde dönüştürdüğü travmatik hatıraları bu bölümde ortaya çıkıyor. Annesi Yıldız Hanım ve babası Yusuf Salih Bey ile ilişkilerinin, çocuklukta yaşadığı travmatik olayların belleğin derinliklerinden yüzeye doğru çıktığına bu bölümde şahit oluyoruz. Bu hatıralar, birinci ve ikinci bölümlerde Salih’in bazı davranışları neden sergilediği ile ilgili bize ipuçları veriyor.

Ana hikâyeyi tamamlayan geri dönüşlerle, geleceğe dair hep gerçekleşmeyen planlarla Nefaset Lokantası zaman içinde bizi bir oraya bir buraya savuran bir roman. “Zaman yoktur, zaman yalnızca sonsuzcasına çok bilinmeyenli bir denklem olarak vardır” (sf. 127). Üzerine söylenebilecek daha çok şey var; ama kısa kesmek için son olarak şöyle söyleyeyim: Nefaset Lokantası, kendini buraya ait hissetmeyen, yarın oraya gitse oraya da ait hissetmeyecek, yaşamak üzerine düşünmekten yaşamayı beceremeyen, güzel günler beklediği her an yolu hayalkırıklığına çıkan Salih’in romanı. Ama daha çok ait olmanın, rastlantının, zamanın, çocukluk travmalarının, hatırlamanın ve yapamamanın romanı.