13 Ekim 2020 Salı

Michel Foucault: Marksizm düşmanı sahte bir solcu mu? (1/2)

Filozof Gabriel Rockhill'in The Philosophical Salon için yazdığı bu yazının ilk bölümünü çevirdim. İkinci bölümü şuradan okuyabilirsiniz. İyi okumalar.

Radikal telafi-edici

Batlamyus aşırı karmaşık bir evren modeli inşa etti, çünkü elindeki tüm ampirik veriyi merkezi ve düzenleyici şu hatalı varsayıma uydurmalıydı: “Dünya, evrenin merkezindedir.” Michel Foucault da, birazdan göreceğimiz gibi çağdaş sosyal bilimlere benzer bir katkıda bulundu.

Bariz materyalist kesinliği, gözle görülür radikal tarihselciliği ve siyasi keskinlik iddiası dolayısıyla beni kendisine çeken Foucault’nun bıraktığı miras üzerine on yıllarca çalıştıktan sonra, onun anlattığı tarihin düzenleyici çerçevesinin temelden hatalı olduğu gerçeğini her geçen gün çok daha net fark ettim (1). O da Batlamyus gibi hayli karmaşık bir güneş sistemi modeli inşa etmişti. Bu model, çarpıcı bir iç mantıkla işleyen birçok girift ve özenle detaylandırılmış parçaları barındırmakla birlikte, Foucault’nun asıl amacı dünyanın belirleyici niteliğini dışarıda bırakacak ya da olabildiğince geri plana atacak bir dünya modeli geliştirmekti. Dışarıda bırakılan bu belirleyici nitelik küresel kapitalizm ve onun bileşenleriydi. Yani emperyalizm, sömürgecilik, sınıf mücadelesi, ekolojik yıkım, cinsiyete dayalı iş bölümü ve ev içi kölelik, ırka dayalı sömürü ve zulüm vesaire. 

Marksizmin Kopernik devrimini -yani modern dünya düzeninin arkasındaki bütüncül sistem ve merkezi itici gücün kapitalizm olduğunu materyalist bir analizle kanıtlamasını- reddeden Foucault; betimlemeye çalıştığı sistemlerin en başta neden ortaya çıktığını, toplumsal bütünlük içerisinde işlevinin tam olarak ne olduğunu ve ne şekilde dönüştürülebileceklerini materyalist anlamda tam olarak açıklayamayacağı bir duruma düşürdü kendini. Tarihsel materyalizmin açıklayıcı ve dönüştürücü gücüne düşmanca yaklaşan bir dünya görüşünü benimseyerek umabileceği en iyi şey kendi güneş sistemi modeline yeni yörüngeler ve nesneler eklemek olabilirdi. Böylece işleri çapraşıklaştırmanın cazibesi sayesinde entelektüelleri hem kendine çekmeyi hem de onların kafalarını karıştırmayı, böylece de Michael Parenti’nin radikal analiz dediği şeyin eksikliğini onlara sezdirmemeyi umabilirdi.

Bunun sebeplerinden biri, birçok Fransız kuramcı arkadaşı gibi Foucault’nun da daha önceki bilgi kalıplarından ve fikir piyasası dedikleri yerde rakiplerinin araştırmalarından kendi çalışmalarını ayrıştırmaya yönelik yoğun bir güdü ile hareket etmesiydi. Dolayısıyla akademik çalışmalarında nevi şahsına münhasır açıklamalara, kavramsal yeniliklere ve kavram üretimine öncelik veriyordu. Ortak bilgi üretme geleneğine dayanmak ve ona katkı vermek yerine, Foucault kendi başına bir marka olarak, kendi bireysel geçmiş vizyonu çerçevesinde –piyasada tam da bu şekilde pazarlanabilecek- biricik yeni hikâyeler öne sürüyordu.

Bu hikâyelerin materyalist tarihten unsurlar taşıdığı ve derin kavrayışını Marksist gelenekten ödünç aldığı ve uyarladığı kesinlikle doğru olsa da bunlar her zaman kendi tekil mührünü taşıyan biricik kavramsal dizilimlerle birleştirildi. Örneğin episteme, ideoloji kavramının çok daha rafine –yani idealist- bir biçimde tartışılması olarak sunuldu. İktidar, Louis Althusser’in ideolojinin materyalist anlayışı dediği şeyin –daha belirsiz olması ve sınıf mücadelesinden kopması nedeniyle- daha şık bir sunumuydu. Arkeoloji ve jenealoji ise tarihsel materyalizmin işgal ettiği yere göz dikmişti, bunu kısmen Marksist anlatıyı bayağı bir karikatüre indirgeyerek yapıyordu (2). Söylemsel bir pratik olarak eleştiri ise bizi devrimci teori ve pratiğin düşünsel yoksunluğundan koruyan küçük burjuva ahlakı otoritesi olarak karşımıza dikiliyordu.

Eğer Foucault’nun, Kızıl Tehdit’e sırtlarını dönen Fransız kuramcıların teşvik edildiği bir dönemde, kapitalist teorik uygulamaları küresel teori sanayisinin ihtiyaçlarıyla bire bir uyuşan araçsallaştırılmış bir entelektüel olduğu herkesçe kabul edilseydi, bu makalenin çoğu boşuna yazılmış olurdu. Hâlbuki Foucault çoğu zaman Batı medeniyetinin temellerini sorgulayan ve aklın, hakikatin, bilimin, cezalandırmanın, cinselliğin vs. gelişimine dair Batı medeniyetinin baskın tarihsel mitlerine meydan okuyan bir radikal olarak görülüyor. Dahası, kendini Foucault’cu olarak tanımlayanlar, en azından akademik çevrelerde yalnızca radikal olarak değil, çoğu zaman seleflerinin neredeyse tamamından daha radikal insanlar olarak görülüyorlar (bunun önemli bir sebebi de “Marx” dedikleri ama onunla alakası olmayan bir karikatüre yönelttikleri eleştiriler).

İşte açıklığa kavuşturmak istediğim çelişki de bu, tabii bu çelişki yalnızca Foucault’ya özgü değil. Radikal telafi edicinin çelişkisi bu: Bu entelektüeller bazı çevrelerde radikal görünür ama asıl toplumsal işlevleri gerçek radikal eleştiriyi sistem içine çekmek ve böylece eleştirinin soldaki sınırlarında devriye gezmektir. Dolayısıyla burada beni öncelikle ilgilendiren şey -diğer Fransız kuramcılara benzer şekilde ama Derrida, Deleuze, Lacan vs.’den daha fazla siyasi caka satan ve tarihsel kavrayışa sahip- Foucault’nun çalışmasının çok daha büyük tarihsel bir yeniden yapılanmada önemli bir rol oynamasıdır: Bu yeniden yapılanma, Batı intelijansiyasının tarafını seçme konusundaki büyük yenilenmesinden ibarettir, yani intelijansiyanın kapitalizm karşıtı devrimci siyasetten uzaklaşarak kademeli olarak ama kararlı biçimde sağa kaymasından bahsediyorum. Bu sürecin Foucault’da nasıl cereyan ettiğini görmek için -tabii ki yalnızca ona atfedemeyeceğimiz çok farklı unsurların da işin içinde olduğunu unutmadan- onun tutarsız siyasi duruşunun evrimini ortaya koymamız ve bağlamına oturtmamız iyi olacaktır. Böylece açık bir örüntüyü ortaya koyacağız ve birçok maskenin arkasındaki adamı teşhis edeceğiz.

Aristokratik Radikalizm

Biyografisini yazan Didier Eribon’a göre (4), erken yaşlarında Fransız intelijansiyasının çoğunun Marksist olduğu dönemde, Foucault “şiddetli bir komünizm karşıtı” olarak ün saldı. O dönemde İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği Nazizm’i yenmiş ve komünizm Fransa’da kendine geniş bir destekçi kitlesi bulmuştu. Yani tarihsel bağlama baktığımızda; Nazilerle girdikleri iş birliği dolayısıyla sağın büyük oranda gözden düştüğünü ve faşizme karşı yürüttüğü tarihsel savaşta kazandığı başarı dolayısıyla kapitalizm karşıtı solun altın çağını yaşadığını söyleyebiliriz. Muhafazakâr orta-üst sınıf bir ailede büyüyen Foucault’nun öğrencilik yıllarında savaş sonrası yükselen sol dalgaya bir süreliğine kapıldığını söyleyebiliriz. Hatta Althusser’in etkisiyle birkaç aylığına Fransız Komünist Partisi’ne bile üye olmuştu. Ne var ki başka bir biyografi yazarı David Macey’ye göre onun partiye katılımı lakayıt bir temeldeydi ve parti tarafından da ciddiyet eksikliği gözlemlendi. Foucault daha sonra o dönemdeki siyasi pozisyonunu kendi içinde çelişen “Nietzsche’ci Marksizm” olarak tanımladı. Nietzsche hızlı bir Marksizm karşıtıydı, tabii toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri aşmak için mücadele edenlere karşı defalarca efendi ırkının doğal üstünlüğünü savunmuştu.

Foucault’nun erken dönem eserleri, özellikle Althusser etkisi ile çekingen ve ihtiyatlı bir Marksist angajmanın izlerini taşısa da, 1960’larda Foucault Marksist geleneğe karşı şiddetli bir çıkış yaptı. Bernard Gendron’a göre, 1968 öncesinde “diğerlerini küçümseyen bir apolitik, hızlı bir Fransız Komünist Partisi muhalifi, (…) de Gaulle’cü bir teknokrat ve insan failliğini reddeden biriydi.” Onu sahnenin önüne atan Kelimeler ve Şeyler kitabında (1966), Marksizmin tarihte gerçek bir kopuşa neden olmak ya da radikal bir altüst oluş önermek şöyle dursun, burjuva ekonomisiyle aynı epistemik dizilimlenme içerisinde ona uygun biçimde ortaya çıktığını ve hatta onun sonucu olduğunu iddia ediyordu. Materyalist bir bakışla, Marksistlerin görünen muhalefeti Foucault için yalnızca yüzeysel bir yanılsamaydı. Klasik idealist tersine çevirme yoluyla tarihsel materyalizm, itici güç statüsüne layık görülmüş bir düşünceler sistemine dahil ediliyordu. Dahası, herhangi bir maddi bulgudan yoksun ama yine de yüksek perdeden yaptığı bir konuşmada Foucault, 19. yüzyılda Marksizmin sudaki bir balığa benzediğini, ancak geri kalan her yerde “nefesinin kesildiğini” söylüyordu (6). Kısacası Marksizm, 20. yüzyılda gerçekleştirdiği kapitalizm karşıtı devrimler yoluyla dünyayı maddesel olarak değiştirmeyi başardığı an ölen, daha öncesinde yaşamış bir teoriydi. Burada söylemek istediği şey sanırım şu: Mesele dünyayı yorumlamaktı, onu değiştirmek değil. Praksis’e doğru bir uçuş, yeniden entelektüel düzene çağrıyı gerekli kılmıştı.

Foucault’nun reaksiyoner ve idealist tutumunun, dönemin en görünür iki Marksist entelektüeli Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir ile büyük bir kamusal tartışmaya yol açması sürpriz değil. Kelimeler ve Şeyler kitabının yazarı, Sartre’ın bir Marksist olarak 19. yüzyıl insanı olduğunu açıkça söyledi. Ona göre Sartre’ın 20. yüzyıl üzerine düşünme girişimi -sudan çıkmış balığa benzer biçimde- “hem muhteşem hem de hastalıklıydı” (7). Kendine özgü ilginç konuşmalarından birinde işi Sartre’ı “son Marksist” ilan etmeye kadar götürdü (8). Sartre ve Beauvoir karşı ateş açtılar ve Foucault’yu burjuvazinin Marksizmin karşısına dikebildiği son bariyer olarak tanımladılar: Burjuvazi birçok farklı girişimine rağmen tarihin materyalist anlatımını çürütemeyince, Foucault gibi bir figüre başvurarak onu kesin bir şekilde tarihin çöplüğüne atmak istemişti.

Sartre ve Beauvoir gibi Marksist entelektüeller enternasyonalist bir tutum takınıp sömürgecilik karşıtı hareketlere destek verirken, Foucault kendi kapısı önünde haykıran devrimci bağımsızlık hareketlerini tamamen görmezden geldi. Ayrıca emperyalizmin küresel tarihine neredeyse hiç ilgi duymadı (İsrail’e yönelik kararlı desteğine rağmen) (9). Bunun yerine neredeyse istisnasız bir biçimde Avrupa merkezli analiz çerçevesini destekledi. “Kendi teorilerinin emperyal bağlamını es geçerek,” diyordu Edward Said haklı olarak, “Foucault paradoksal biçimde hem yalnız ve bireysel akademisyen hem de onu içeren sistemin prestijini güçlendiren karşı konulmaz bir sömürgeci hareketi temsil ediyor.” (10)

En çarpıcı örneğe gelirsek, Foucault kendi kuşağının en büyük olaylarından birini ‘ıskaladı’, yani Cezayir bağımsızlık mücadelesine destek vermedi (11). En azından bir mülakatında bunun sebebinin o dönemde yurt dışında olması olduğunu iddia etse de (sanki bu durum bir insanı bir hareketi desteklemekten alıkoyabilirmiş gibi), aslında 1960 yılında Fransa’ya dönmüştü. Savaş da 1962 yılına kadar sona ermedi. Geçmişte açıkça destek vermediği mücadelelere olan sempatisini çok sonraları geriye dönük olarak ve fırsatçı bir biçimde ifade etme eğilimi biyografilerinde karşımıza birden çok kez çıkar. Göreceğimiz gibi bu durum onun 1968 sonrasında kendini yeniden konumlandırma döneminde karakteristik bir özelliği olacaktır. Fransa devletinin Cezayir özgürlük hareketini terör yoluyla bastırması zamanında, Macey’in dediğine göre Foucault “General de Gaulle’ün Cezayir meselesini ele alma biçimine ve bu süreci takip edecek sömürgeciliğin sonlandırılması sürecine genel olarak olumlu bir gözle bakıyordu.” (12)

Foucault’nun kapitalizm karşıtı ve sömürgecilik karşıtı hareketlere genel olarak mesafeli duruşundan, -Eribon ve diğerlerinin söylediğine göre- de Gaulle’ü desteklemesinden ve Fransa’nın en prestijli kurumlarının güç ağları içinde merkezi bir konumda bulunmasından dolayı onun daha sonra militan bir solcu olarak tanımlanmaya başlaması şaşırtıcı görünebilir. 1962’den 1966’ya kadar Foucault’nun asistanlığını yapan Francine Pariente, Foucault’nun aniden sola yönelmesine inanmakta güçlük çektiğini söylemiştir (13). İşin tarihsel yönüne bakarsak, bunların müsebbibinin 1968 Olayları ve onun öncesinde 1960’ların öne çıkan düşünürleri ve onların kuşağını sallayan olaylar arasında kurulan sahte bir benzerlik ilişkisidir. Evet, 1968’e gidilen yıllarda Foucault’nun çalışmaları hayli görünürdü, ancak bu çalışmaların ayaklanmalara herhangi olumlu bir katkıda bulunduğuna dair elimizde hiçbir kanıt yok. Cornelius Castoriadis açıkça şunu söylüyor: “Foucault reaksiyoner duruşunu 1968’e kadar hiç saklamadı.” (14) Foucault, öğrenci ayaklanmasının kıvılcımını çakan bir unsur olarak kabul edilen de Gaulle’cü üniversite reformunu yazan devlet komisyonuna hizmet etmişti. Komisyona birçok hazırlık raporu yazmıştı ve ortaya çıkmasına yardımcı olduğu reformlara yönelik muhalif hiçbir tavır sergilememişti (15). Foucault’nun dayanışma hareketlerine dahil olmaması (çünkü yurt dışındaydı) hatta o dönemde desteğini açıklamaması dolayısıyla bizi pek şaşırtmamalı: Eğer Foucault 1968’de barikatlarda olsaydı, görev duygusuyla hizmet ettiği de Gaulle’cü devletin tarafında olurdu. 

1960’ların sonunun Kelimeler ve Şeyler’in yazarı üzerinde radikalleştirici bir etkide bulunduğu doğru, özellikle de 1967’de başlayan Tunus öğrenci hareketinden itibaren. Bu da onun kamuoyu nezdindeki solcu imajını kısmi olarak açıklıyor. Daha önce kendisinin de birçok kez tekrarladığı gibi bu an onun için siyasi bir uyanış çağrısıydı, ihtiyatlı bir şekilde desteklediği Tunuslu öğrencilerin coşkun Marksizminden etkilenmişti (16). 1968 Ayaklanmasının hemen öncesinde Fransa’ya geri döndüğünde, Maoculara genel olarak sempatiyle yaklaşmaya başladı, “ama onların kültürel devrim inancını paylaşmadan” (17). Yeni siyasi iklime ayak uydurmak için hızla sola doğru ilerlerken, üniversite işgallerine ve halk eylemlerine katılmaya başladı. Biyografi yazarlarına göre bunun sebebi sokakta eylem yapmış olma siciline hızlıca sahip olmaktı. 

1970’lerin başında Foucault, Groupe d’Information sur les Prisons’un (“Hapishaneler Üzerine Enformasyon Grubu”, GIP) kurucuları ve yöneticileri arasında yer aldı. Grubun amacı, onların yerine konuşmaktansa doğrudan hükümlülerden bilgi alıp ve bu bilgileri yayıp hapishane şartlarını ifşa etmekti. Üyelerden Gilles Deleuze’ün söylediğine göre “Marksizmin yeniden doğuşuna karşı mücadele etme” işlevi gören bir gruptu, ancak bunun haricinde belirli bir ideolojisi ya da siyasi çizgisi yoktu (üyeleri arasında Hıristiyanlar, Maocular ve “bağlantısız” bireyler vardı) (18). Her ne kadar GIP, 1971 yılında hapishanede hayatlarını kaybetmeleri üzerine yayımladığı açıklama ile Kara Panter Partisi’nden George Jackson ve Field Marshall’a desteğini açıklasa da, Foucault özel bir mektuplaşmasında Parti’yi “Marksist toplum kuramından özgürleşmiş stratejik bir analiz” geliştirdiği için garip bir biçimde övmüştü (19). Joy James ve Angela Davis, ABD hapishane sistemini anlamaması, Avrupa merkezciliği ve modern hapishane sisteminde ırka ve cinsiyete dayalı şiddet, işkence ve terörü görünmez kılması dolayısıyla haklı olarak Foucault’yu eleştirdiler (20).

Foucault o dönemde çalışmalarını; belirli bir entelektüelin bilgi ve söylem alanlarında yaşanan yerel iktidar mücadelelerini ele alan tikel bir uzmanlık çalışması olarak tanımlardı; hakikate ve gerçekliğin sistematik bir açıklamasına erişimi olduğunu iddia eden -Sartre ve diğer Marksistler gibi- evrensel bir entelektüel olduğunu iddia etmezdi. Foucault’nun dönemin en yaygın ancak temelsiz benzerliğine yaslanarak birçok kez iddia ettiği gibi, Sartre ve diğer Marksistlerin yönelimi “totalitarizmin” pratikteki hâline benzer bütüncüllükte entelektüel bir projeydi. İdealistlere göre, toplumsal bütünlüğü düşünme eyleminin kendisi bütüncülleştirici yani “totaliter” bir eylemdi. Çünkü fikirler tarihin itici gücüydü (ve sesçe birbirine benzeyen fikirleri böyle serbest biçimde eşleştirmek için kullanabilirdiniz).

İşte bu sözde yanlış düşünce biçimlerinden kurtulmak için, Foucault açık bir biçimde akademik uzmanlaşmayı yani sermaye altında kurumsallaşmış bilgi üretiminin vazgeçilmez unsuru olan entelektüel Taylorizmi benimsedi. Ayrıca entelektüelleri yerel bağlamlarında isimsiz ve merkezsiz “iktidarın mikrofiziğine” odaklanmaya teşvik etti, böylece küresel sınıf mücadelesinde işleyen iktidarın makrofiziğini aydınlatmaya ve ona karşı mücadele etmeye dayalı projeyi tamamen bırakmayı salık verdi. Bu yolla, birkaç küçük istisna haricinde, hayatı boyunca büyük emperyal projelere açık çek sunmuş oldu. Bunu net bir biçimde görmek için onun “şimdinin tarihi” adını verdiği çalışmalarıyla; William Blum, Michael Parenti ya da Walter Rodney gibi emperyalizm karşıtı entelektüellerin yazdıklarını karşılaştırmak yeterli.

1960’ların sonları ve 1970’lerin başları, Foucault’nun siyasi angajmanının en yüksek olduğu dönemdi. Birçok halk eylemine katıldı, birçok bildiri imzaladı, kamusal ya da özel olarak birçok mücadeleye destek verdi, vesaire. “Hiçbir zaman kurumsal bir siyasi örgütün üyesi olmasa da”, soldaki baskın ideolojiler çerçevesinde açık ve tutarlı bir siyasi pozisyonu benimsemese de, istikrarsız siyasi duruşu anarşist, liberal ve liberter unsurlar da barındıran Maocu entelektüel çevrelere doğru kaymaya başladı (21). Ancak hiçbir zaman Marksist olmadı ve meselesi çoğu zaman -liberaller gibi- spesifik toplumsal meseleler, kişisel vakalar ve ahlaki olarak “tolere edilebilir” bulunmayanlarla sınırlı kaldı. Yani ortak toplumsal dönüşüme yönelik enternasyonalist çerçeveye dayalı sistematik bir eleştiri ile ilgilenmedi.

Foucault 1968’in hemen öncesinde eşcinsel özgürlük hareketi gibi hızlıca yükselen ekoloji hareketlerini ve feminist hareketleri genel olarak görmezden geldi. Eşcinsel hareketlerine sempati duysa da ve onları farklı şekillerde desteklese de, burjuva ve hetero-ataerkil devleti yıkmayı amaçlayan genç militanlardan oluşan Front Homosexuel d’Action Révolutionnaire (FHAR) grubuna şüpheyle yaklaştı. Foucault, FHAR’ın aktivizminin yeni tip gettolaşmalara yol açmasından korkuyordu, Arcadie isimli daha eski ‘homofil’ örgütün 1979’daki kongresinde konuşma yaparak onlara desteğini ifade etti. FHAR’ın önemli üyelerinden Guy Hocquenghem’e göre, Arcadie büyük ölçüde kapalı bir burjuva kulübüydü ve saygılı bir ketumluktan yanaydı. Macey, Foucault’nun kongrede konuşma kararını grubun daha muhafazakâr yaklaşımı lehinde ve FHAR’ın militanlığı aleyhinde Foucault’nun aldığı bilinçli bir tavra yoruyor.

İkinci bölümü şuradan okuyabilirsiniz.

NOTLAR

[1] Başka yazılarımda Foucault’nun çalışmalarındaki temel sorunları daha detaylı olarak gösterdim; özellikle sözde materyalist tarihinin sorunlarını. Ayrıca aynı şeyi Foucault geleneğinden gelen diğerleri için de yaptım, Jacques Rancière gibi.

Gabriel Rockhill, “Foucault, Genealogy, Counter-History,” Theory & Event 23:1 (January 2020): 85-119; Gabriel Rockhill, “Comment penser le temps présent? De l’ontologie de l’actualité à l’ontologie sans l’être,” Rue Descartes 75 (2012/3):  114-126; Gabriel Rockhill, Interventions in Contemporary Thought: History, Politics, Aesthetics (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2017); Gabriel Rockhill, Logique de l’histoire: Pour une analytique des pratiques philosophiques (Paris:  Éditions Hermann, 2010). For my critiques of Rancière, see Interventions in Contemporary Thought and Radical History & the Politics of Art (New York: Columbia University Press, 2014). For recent criticisms of Judith Butler, whose work and political position emerges out of the Foucauldian—as well as the Derridian-Lévinasian—heritage, see Jared Ijams, “Judith Butler’s Impotent Politics of Nonviolence,” Cosmonaut (May 26, 2020): <https://bit.ly/3h58TVz> and Ben Norton, “Postmodern Philosopher Judith Butler Repeatedly Donated to ‘Top Cop’ Kamela Harris” (December 18, 2019): <https://bit.ly/2ClYHsq>.

[2] Nicos Poulantzas Foucault’nun Marksist geleneği nasıl bir karikatüre indirgediğini şu kitabında çok iyi gösterir: State, Power, Socialism, trans. Patrick Camiller (London: Verso, 2014).

[3] Foucault’nun materyalist tarih ve siyasi aktivizme bağlılığını göz önünde bulundurduğumuzda, özellikle diğer Fransız kuramcılarla karşılaştırdığımızda, onun daha tehlikeli olduğunu iddia edebiliriz çünkü o birçok yönden telafi-edicilerin en radikaliydi.

[4] Didier Eribon, Michel Foucault (Paris: Flammarion, 1989), 237. 

[5] Bernard Gendron, “Foucault’s 1968,” in The Long 1968: Revisions and New Perspectives, eds. Daniel J. Sherman, Ruud van Dijk, Jasmine Alinder, A. Aneesh (Bloomington: Indiana University Press, 2013), 23.

[6] Michel Foucault, Les Mots et les choses (Paris: Éditions Gallimard, 1966), 276.

[7] Michel Foucault, Dits et écrits I: 1954-1969 (Paris: Éditions Gallimard, 1994), 542.

[8] Ibid. 542.

[9] According to David Macey, Foucault’s “pro-Israeli sentiments were as unswerving as his dislike for the PCF” (David Macey, The Lives of Michel Foucault: A Biography. London: Verso, 2019, 40).

[10] Edward Said, Culture and Imperialism (New York: Vintage Books, 1993), 278.

[11] See Michel Foucault, Dits et écrits IV: 1980-1988 (Paris: Éditions Gallimard, 1994), 58-59.

[12] Macey, The Lives of Michel Foucault, 84.

[13] See Eribon, Michel Foucault, 132.

[14] Cornelius Castoriadis, La Montée de l’insignifiance (Paris: Éditions du Seuil, 1996), 35.

[15] Foucault’nun biyografisinin yanında “Apostrophes” TV programında Didier Eribon’un mülakatını izleyebilirsiniz: <https://www.youtube.com/watch?v=kLA2Xklj1kU&t=362s>.

[16] See, for instance, Foucault, Dits et écrits IV, 78-81.

[17] Macey, The Lives of Michel Foucault, 263.

[18] Richard Wolin, The Wind from the East: French Intellectuals, the Cultural Revolution, and the Legacy of the 1960s (Princeton: Princeton University Press, 2010), 289.

[19] Michel Foucault, Dits et écrits I: 1954-1975 (Paris: Éditions Gallimard, 2001), 44. 

Bu iddia Ekim 1969’den olduğuna göre, Foucault Parti’nin daha az Marksist bir görüntü verdiği erken dönem işlerine rastlamıştı. Ne var ki kendisi 1972’de hapishane ayaklanması ve arkasından gelen şiddetli bastırmanın hemen arifesinde Attica’yı ziyaret ettiğinde, garip bir biçimde komünistleri burjuva ideolojisinin suç kavramına çok fazla paye vermek ve “siyasi suçlu” olmadığı sürece hapistekileri örgütlemeyi reddetmekle suçluyordu (“Michel Foucault on Attica: An Interview,” Telos 19 (1974): 154-161). Katledilmesi Attica ayaklanmasının kıvılcımını çakan Jackson bir komünistti ve Foucault’nun iddia ettiğinin tam tersini yapıyordu. Bu türden yanlış anlamalar maalesef Foucault’nun çalışmalarında sıkça yer alıyor. Onun Descartes’ı, Kant’ı ve Nietzsche’yi nasıl berbatça yorumladığını 1 numaralı nottaki çalışmalarımda net bir şekilde ortaya koydum. 

Brady Thomas Heiner’in, Foucault’nun Parti ile ilişkisine dair bir analizi için: “Foucault and the Black Panthers,” City 11:3 (December 2007): 

[20] See Joy James, ed., The Angela Y. Davis Reader (Malden, MA: Blackwell Publishing Ltd, 1998) and Joy James, Resisting State Violence: Radicalism, Gender and Race in U.S. Culture (Minneapolis: Minnesota University Press, 1996).

[21] Macey, The Lives of Michel Foucault, 217.

4 yorum:

  1. Emeklerinize sağlık, sol akademide şükranla kucaklanan Foucault hakkında değerli bir çeviri olmuş. Dilerim Foucault’cu akademisyenler de okur. İkinci bölümü heyecanla bekliyorum.

    YanıtlaSil
  2. Harika bir yazı, emeğine sağlık!

    YanıtlaSil