23 Temmuz 2020 Perşembe

Kant Notları 4 - Kant'ta Bilgi Felsefesi (Luc Ferry Ders Notları)

İlk kritik kitabı Saf Aklın Eleştirisi (1781). Diğer kritikler nasıl ahlak ve estetik alanlarında Antik Yunan Kozmolojisi’nden kopuşu ifade ediyorsa, aynı şekilde bu kitap da bu kopuşu bilgi felsefesi alanında ifade ediyor.

Ahlakta: Kozmos anlayışı bilim devrimi ile yıkıldığına göre, iyi eylemin kriteri Kozmos’un mükemmel uyumuna uymak olamaz. Pratik Aklın Eleştirisi.

Sanatta: Aynı şekilde, Kozmos anlayışı ortadan kalktığına göre, sanat eserinin güzel olma kriteri, Kozmos’un mükemmel uyumunu mikro alanda en iyi şekilde temsil etmek olamaz. Yargı Yetisinin Eleştirisi.

Bilimsel bilgi/theoria: Antik Yunan’da bilimsel çalışma Kozmos’un mükemmel uyumunun önündeki perdeyi ortadan kaldırmak için yapılırdı. İnsan bilgisinin dışında o uyum zaten doğada mevcuttu. İnsanın görevi bunları sadece keşfetmekti. Yine bilimsel devrim ile Kozmos anlayışının ortadan kalkmasıyla insan evrene baktığında bir kaos görüyor, uyum değil. Mekân ve zaman sonsuz. Referans noktaları ortadan kalktı. Peki bu durumda nasıl bilim yapılacak, bilgi üretilecek? Bugünkü konumuz bu, yani Saf Aklın Eleştirisi.

Soru: Apriori sentetik bilgi nasıl mümkündür?

Antik Yunan’dan farklı olarak artık theoria’nın etimolojisi (“theion orao” = “ilahi olanı görüyorum”) geçerli değil. Artık insanın bakışından bağımsız, kendinde bir düzen yok. Bilim artık bir eylem (praxis) hâlini alacak, yani aslında anlamlı olmayan fenomenleri birbirine bağlayacak. Neden sonuç ilişkisi kuracak, mükemmel bir uyumlun hüküm sürmediği evreni daha anlaşılır hâle getirmeye çalışacak.

Neden-sonuç ilişkisinin önemli bir kavramı Descartes’tan geldi: “eylemsizlik yasası”. Bir bilardo masası üzerindeki bir top, herhangi bir müdahaleye maruz kalmazsa hız ve yön değiştirmez. Daha soyut bir dille, hiçbir şey nedensiz olarak gerçekleşmez. Doğadaki her şey sebep-sonuç ilişkisi içinde açıklanmalıdır (bilimsel çalışma mantığı).

Bu mantığa göre, Antik Yunan’daki gibi var olan düzeni keşfetmiyoruz, kaos’a bilimsel çalışma yoluyla biz düzen getirmeye çalışıyoruz. Bilimsel çalışma, fenomenleri birbirine bağlamak (sentez) anlamında. Ama bu fenomenleri birbirine ancak zihnin kategorileri vasıtasıyla bağlayabiliriz (apriori). Neden-sonuç ilişkisi de zihin kategorilerinden biri.

Yani apriori sentetik bilgi oluşturma, bilimin nasıl yapılacağına, fenomenlerin birbirine nasıl bağlanabileceğine dair bir soru. Zihnimizde duyusal deneyimlerimizden bağımsız olarak bulunan neden-sonuç ilişkisi kategorisi (apriori) ve bilimsel olarak incelemek istediğimiz fenomenler (sentetik) vasıtasıyla.

Felsefi arka plan: Analitik ve sentetik yargı arasındaki fark. Analitik yargıda A’ya dair söylediğimiz B’yi; A zaten mantık olarak (deneyden bağımsız olarak) içerir. Mesela bekarlar evli değildir. Sentetik yargıda ise A’ya dair söylediğimiz B’yi; A mantık olarak içermez. Mesela ayakkabı siyahtır. Ayakkabı, mantık olarak siyah olma özelliğini içermez. Siyah özelliği, ayakkabı kavramına yeni bir şey eklemiş olur.

Siyah ayakkabıyı gördüğümde ayakkabı ile siyah olma özelliğini birbirine bağlayıp, “Ayakkabı siyahtır” diyebilirim. Bu aposteriori sentetik bir yargıdır. Aposteriori, çünkü duyularımla siyah olduğunu gördüm. İki kavramı birbirine duyularım ile bağladım.

Peki neden apriori sentetik yargılara ihtiyacımız var? Bilim yapmak için gerekli olan şey. Yalnızca duyularımdan gelen yargılara sahip olsaydım ne olurdu? Yani bilim yalnızca ampirik temelde yapılsaydı, apriori olanı dışarıda bıraksaydık ne olurdu?

Kant öncesinde David Hume. Kant’ı da çok etkiledi. Kant, Hume için “Beni dogmatik uykumdan uyandırdı” dedi. Hume bir şüpheciydi ve tümevarıma dayalı bilimi eleştirdi. Temel tezi: Eğer bütün bilgilerimizin duyulardan geldiğini kabul edersek, şüpheci olmamız gerekir. Şu yüzden: Örneğin suyun 100 derecede kaynadığını gözlemliyorsunuz. 10 kere, 100 kere, 1000 kere… Sonunda “Su 100 derecede kaynar” kuralını ortaya koyuyorsunuz (tümevarımsal yargı). Belirli tikel gözlemlerden yola çıkarak genel bir kurala varıyorum. Hume’un itirazı: Suyun 100 derecede kaynadığını nasıl kanıtladık? Yalnızca belirli sayıda gözlem yaptık, ama bir sonraki seferde suyun 100 derecede kaynayacağına dair kesin yargımızın temeli nedir? Eğer bilim yalnızca tümevarıma dayandırılırsa, inancın ötesine geçemez. “Yaptığımız belirli sayıda gözlemde su 100 derecede kaynadı, bir sonrakinde de 100 derecede kaynayacağına inanıyoruz.” Sonuç: Duyusal olana ve tümevarıma dayalı bilim, inanç türlerinden biridir. Ampirizmin zorunlu olarak yolunun şüpheciliğe çıkması.

Kant ise bilimin nesnelliğe / evrensel geçerliliğe dayalı olması amacını taşıyor. Örnek: Tavşanların kanında bulunan şekerin nereden geldiğine dair deney yapan Claude Bernard, şekerin besinlerden gelmediğini ve karaciğerde üretildiğini deney yoluyla neden-sonuç ilişkisi içinde gösterdi. Karaciğerin şeker ürettiğine dair bir yargı ortaya koydu. Bu Hume’cü anlamda bir inanç değil, evrensel bir yasa. Peki bunu nasıl yapabildi? Çünkü insan zihninde apriori olarak bulunan nedensellik ilkesini fenomenleri birbirine bağlamak için kullandı. Çalışması yalnızca saf ampirik verilere değil, aynı zamanda bu ampirik verileri birbirine bağlamak için kullandığı apriori zihin kategorilerine (neden-sonuç ilişkisi) dayanıyor. İşte bilimi şüphecilikten kurtaran ve yalnız duyulara dayanmaktan kurtaran şey, bu apriori yönü.

Örneğin satranç kurallarını bilmiyorsanız, yeterli sayıda satranç oyunu izlerseniz kuralları çıkarırsınız. Bu kurallar duyulara dayalı kurallar değildir, onları yalnızca izlediğiniz oyunlar sırasında yaptığınız gözlemlerden yola çıkarak zihinsel bir işlemle çıkarırsınız. Yani duyusal olanı gözlemlersiniz ama ancak zihninizde soyutlama işlemiyle bu kurallara ulaşabilirsiniz. Hem ampirik yönü var, ama tamamen ampirik değil. Hem zihinsel (apriori) yönü var, ama tamamen zihinsel değil.

Bilimsel çalışmalar da işte zihinsel kategorileri kullanarak fenomenleri birbirine bağlar ve dünyayı daha anlaşılır bir yer hâline getirir. Bilimsel ilerleme fikri.

Burada üç devrimci sonuç var:

1) Dünyanın düzeni verili değildir. Bilimsel çalışma yoluyla inşa edilir. Bachelard’ın dediği gibi “Hiçbir şey verili değildir, her şey inşa edilir.” Dünyada anlamı/düzeni inşa eden biziz. Onu anlaşılır kılmaya çalışan biziz.

2) Yeni bir nesnellik tanımı. Artık nesnel olan, evrensel olarak geçerli olan demek. Bilimsel yasa (yalnızca benim için değil herkes için geçerli). Eskiden nesnelliğin tanımı, bizim yargılarımızın dış gerçeklikle eşleşir olmasıydı. Kant’a göre kendinde şey’i bilemediğimiz için yargılarımızın dış gerçeklikle eşleşip eşleşmediğini bilemeyiz. Ama evrensel olarak tüm insanlar için geçerli olup olmadığını bilebiliriz (kendinde şey’in gerçekte ne olduğu değil evrensel olarak insanlar için ne olduğu).

3) Eskiden bilimin temelinde görme vardı. Şeylerin gerçekte ne olduğunu görmek. Hâlbuki artık Kant ile bilim şeylerin gerçekte ne olduğuyla ilgilenmiyor. Bilim, fenomenleri birbirine bağlama, onları bir araya getirme için var.

Immanuel Kant (1704-1824)

Kant’ın anlaşılması zor kavramlarından biri şematizm teorisi (şemacılık). Demin bilgi felsefesi meselesinde bahsedilen Antik Yunan’daki görme anlayışından modern bilimdeki praksis anlayışına geçişi anlatıyor aslında. Peki şematizm teorisi tam olarak ne demek? Felsefede şu iki tez arasında karşıtlık var: Kartezyen (Descartes’çı) anlayış ve Hume’un ampirizmi. Kartezyenlerde evrensel bilimsel yasalar, Tanrı’nın bizi yaratırken bu fikirleri zihnimize zaten koyduğu varsayımıyla oluşturulur. Doğuştan gelen evrensel fikirler vardır, tüm insanlarda ortaktır. Zamandan bağımsızdır, herkes için geçerlidir. Peki ampiristler buna karşılık olarak ne diyor? Doğuştan gelen fikirler düşüncesi tamamen saçma. Üçgen diye soyut bir şey yoktur, üçgen düşündüğümüzde hep mekân içinde tekil bir üçgen düşünürüz. Zihnimizdeki tüm kavramlar tikeldir (evrensel değildir) ve zamanla sınırlıdır. Dolayısıyla gerçeklik her zaman nispidir, zamanla sınırlıdır (şüphecilik). Bilim de böyledir, inanca dayalıdır.

Kant: Ampiristler zihnimizdeki kavramların tikel ve zamanla sınırlı olduğunu söylerken haklı. Peki şüpheciliği nasıl alt edebiliriz? Kant’ın cevabı (şematizm teorisi): Düşünceyi görme anlayışından eylem anlayışına çevirmek. Zihnimizdeki üçgen kavramını ele alalım. Ampiristler bu kavramın doğuştan gelmediğini söylerken haklı. Ama ampiristler bunun yalnızca bir imge olduğunu söylerken hatalı, bu bir praksis. Üçgen kavramı, sayfa üzerine tikel bir üçgen çizmeye yarayan bir metottan başka bir şey değil. Elinize bir kalem, pergel ve cetvel alırsınız. Üçgen kavramı, siz bu zamanla sınırlı tikel üçgeni çizerken uyguladığınız işlemler serisinden (yani şemadan) başka bir şey değildir. Bu işlemdeki kural, zaman ve mekândan bağımsızdır (üçgen kavramı değil). Evrensel olan bu kural. Satranç örneğindeki gibi: Satranç kuralları evrensel, zamandan bağımsız ama belirli bir zaman ve mekânda bu evrensel işlemleri yaparak oynadığınız satranç oyunu tikel bir oyun. İşte Kartezyenler ve ampiristler arasındaki karşıtlık (antinomi) böyle çözülüyor. Dolayısıyla şematizm, bir kavramın işlemler vasıtasıyla uygulamaya konulmasına (praksis) dayanıyor.

Dolayısıyla Kant ne ampirist, ne Antik Yunan anlayışına bağlı ne de Kartezyen’dir. Şematizm teorisi ile bilgi felsefesinde yeni özgün bir yol açmıştır.

Şematizm teorisini tavşanların kanındaki şekerin nedeni araştırması üzerinden inceleyelim. Claude Bernard, bunun sebebini ortaya koyarken nedenselliği şematize edecek. İki nedensellik biçimi: 1) “Tanrı dünyayı yarattı” dediğinizde Tanrı’nın dünyanın sebebi olduğunu söylüyorsunuz. Metafizik bir nedensellik. 2) Nedenselliği praksis’e (bilim insanının aktivitesine) dönüştürmek. Bilim insanı tavşanın kanında şekerin nereden geldiğini ararken ne yapar? Zaman ve mekân içinde çok tikel bir şey yapar aslında. Değişkenleri izole eder. Yani bir grup tavşana havuç (yani şekerli besin) verir, diğer tavşan grubuna ise sadece su verir. Üç gün bu deneyi sürdürerek tavşan gruplarından kan alır. Kanlarındaki şeker seviyesi aynı mı, değil mi diye bakar. Şeker seviyesinin aynı olduğunu görünce demek ki şekerin yiyeceklerden gelmediği sonucuna varır. Şekerin karaciğerden geldiğini bulana kadar değişkenleri izole etmeye devam eder. Neden-sonuç ilişkisini şematize eder, yani onu pratiğe dökmüş olur. Nasıl aklında üçgen fikri olan biri kalem, cetvel ve pergelle üçgen çizerken üçgen kavramını belirli bir işlemler serisi ile pratiğe döküyorsa; bilim insanı da aklındaki neden-sonuç ilişkisini yaptığı ampirik deneylerle pratiğe döker. Nihayetinde bilimsel olarak evrensel (herkes için geçerli) yasalara varır.

Üç sonuç:

1) Bilim dediğimiz şey bir eyleme/praksise dönüşür. Aristokrasi karşıtı bir fikir, çalışarak elde edilen bilimsel ilerleme.

2) Hiçbir şey verili değildir, her şey inşa edilir. Dünyayı anlaşılır kılmaya çalışırız.

3) Metafiziğin yapısökümü. Metafizik (örneğin teoloji), şematize edilebilir ve uygulanabilir kavramlara dayanmaz. Tanrı kavramını ele alalım. Her şeyi bilen bir varlık. Her şeyi bilen bir varlığın insan zihninde ne anlama geldiğini düşünebilir misiniz? Örneğin bir koltukla ilgili her şeyi bilmek ne demektir? Bunu kavrayamayız, çünkü şematize edilebilir bir kavram değil. Bunu uygulayabilmeniz mümkün değildir. O yüzden bu anlamsızdır. Ama Kant yalnızca bunun bilgi alanına girmediğini, inanç alanına ait olduğunu söyler. Yani yanlış olduğunu söylemez.

Descartes da Tanrı’nın tahayyül edilebileceğini ama anlaşılamayacağını söylüyordu. Buna benzer bir düşünce. “Her şeyi bilmek” insan zihni tarafından ne olduğu çözülebilir bir şey değil. Metafizik şematize edilemez, praksis alanına ait değildir, zamanda ve mekânda tikel olarak bir anlamı yoktur. İnsana dair değildir.

Kendinde şey meselesi. Kendinde şey, nesnenin bendeki temsilinden bağımsız olarak var olmasıdır. Örneğin ben öldüğümde masanın bendeki temsilinden bağımsız şekilde varlığına devam etmesi. Berkeley: Varlığı algılamaya indirger. Kendinde şey yoktur, algılanan dışında varlık yoktur. Diyor ki: Bir masa gördüğümüzde zihnimizde bir temsili olur. Ve hemen zihnimizdeki bu temsilin bizden bağımsız olarak kendinde şey olduğunu düşünürüz. Ama aslında hiçbir zaman masaya baktığımızda masanın bizim zihnimizdeki temsilinden dışarı çıkamadığımız için onun bizim zihnimizdeki temsilinden bağımsız bir kendinde şey olduğunu söylemek anlamsızdır. Bende var olan şey yalnızca bendeki masa temsilidir. Ampirist şüphecilik burada da var. Ben yalnızca bana görünen fenomeni bilebilirim.

Çoğu felsefeci Kant’ın da Berkeley gibi yalnızca fenomenleri bilebileceğimizi söylediğini zanneder, ama bu yanlıştır.

Kant, bu konudaki Kartezyen yaklaşımın saçma olduğunu söyler. Peki Kartezyen yaklaşım nedir? Descartes: Tanrı iyiyse bizi aldatmıyor demektir. Tanrı aynı zamanda benim zihnimdeki temsillerden dışarıya çıkmama izin vermiyor (yani kendinde şeyin gerçekte nasıl olduğunu bilemiyorum). Masanın bendeki temsili ile kendinde şey olarak masa farklı şeyler olsaydı, Tanrı beni aldatıyor demek olurdu. Tanrı kötü olmadığına göre, bendeki masa temsili kendinde şey olarak masayla az çok aynı şey olmalı.

Kant: Bu saçma bir argüman. Descartes’ın ilahi argümanını kabul etsek bile, benim insan olarak Tanrı’nın kendinde şey olarak nasıl olduğunu bilmem gerekir. Bendeki Tanrı temsili iyi bir Tanrı, ama gerçekteki (kendinde şey olarak) Tanrı iyi mi kötü mü, nereden bilebilirim? Dolayısıyla argüman kısır döngüye dayalı, çürük.

Cevabımız şematizm. Nesnelerin bizdeki temsilinin nesnelliğini, bizdeki temsil ile kendinde şey arasındaki eşleşmede aramaya çalışmak yanlıştır. Nesnelliği evrensel olarak herkes için geçerli olmasında aramak gerekir. Peki Kant için “kendinde şey” nedir? Gözlerimi açtığımda dış dünya hemen gözüme çarpar. Bana duyularım vasıtasıyla algıladığım temsili oluşturan “kendinde şey”in gerçekte ne olduğu ise yalnızca Tanrı bakış açısıyla görülebilecek “gerçek”tir. Ama bu yalnızca bir fikir olduğu için bilgi alanına girmez, bunun ne olduğunu bilmemiz mümkün değildir.

Kant’a göre metafiziğin şematize edilemez iki yanılsaması:

1) Mutlak otonom özne fikri. Descartes’ın Cogito’su. Psikanaliz daha sonra bu otonom özne fikrini parçalayacak.

2) Nedensellik fikri. İki tür nedensellik fikrini görmüştük (metafizik/ilahi yaratım ve şematize nedensellik). Üçüncüsü: İki anlayışın sentezi. Yani Kant’çı anlamda bilimin son noktasına ulaşmış, her şeyi bilen varlık, yani Tanrı. Bu fikir de şematize edilebilir değil, bilgi alanına ait değil.

Ama bir işlevi var: Bilim insanı dünyayı daha fazla anlaşılır kılmaya çalışırken (bilerek ya da bilmeyerek) yapmaya çalıştığı şey, her şeyi bilen varlığa yani Tanrı idealine yaklaşmaya çalışmak. Metafizik, bilimsel çalışmanın ufkunu oluşturuyor. En pozitivist bilim insanı bile her şeyi bilen Tanrı’ya ulaşmaya dayalı metafizik ufka doğru yöneliyor.

4 yorum:

  1. Çevirileriniz gerçekten güzel. Demekki cok emek verip isinize askla sarilmissiniz .
    Hiçbir şey verili değildir, her şey inşa edilir :)

    YanıtlaSil
  2. Sayenizde Kant'ı daha iyi anlıyorum.

    YanıtlaSil